İskenderiye'den Notlar - II

-
Aa
+
a
a
a

Raziye Kubat                                                            İskenderiye'den Notlar I için tıklatınız

Japon sanatçıların oluşturduğu “kapalı grup” mantığını biraz açmak istiyorum: Dil problemi dışında, sanki sözleşmişlerdi. Amerika’da yaşayan Nabuho dışında; onun Japonluğu biraz dönüşüm geçirmişti... Nabuho Nagasava ve öbür Japon arkadaşlar sessizce, “arı ve karınca” gibi çalıştı. Mesela biz sokakları gezerken kendisi projesi için bir kamyon dolusu tuz peşindeydi. Ne kadar tembeliz duygusunu tek Japonlar yaşattı. İş disiplinleri ve mükemmeliyetçilikleri çok yorucu idi. Avrupalı sanatçılar bile eğlenerek çalışıyorlardı. Hiçbir şeyi doğal akışına bırakmadılar ve herşeyin kontrolleri altında olmasını istediler. Japon mucizesini nasıl gerçekleştiğini bu tanıklığımla daha iyi anladım. İçimden iyi ki sanatta mucizeler yaratmak diye bir şey yok diye düşündüm.Yeniden tanımlamak, yeniden okumak... Sonuçta Japon arkadaşlar zihnimde kapalı bir kutu olarak kaldı. Belki, Japonca öğrenirsem, ancak o zaman durum değişebilir diye düşündüm.

Bir aralar insanları ve durumları kitap gibi görmeye başlamıştım. Ve hatta isimlerini belirlemiştim. Sizlere birkaç örnek: “Lady Allaw”, “Huysuz Sanatçılar”, “waiting, waiting, waiting”, “Hotel Delta”, “Gümrük Çıkmazı”, “Kafkaesk - Kütüphane ve Labirentleri”, “Şişa muhabbetinin hazin sonu”, “Panik atak kadınlar günlüğü”, “Polisiye romanlar”, “Olanaksız Aşklar”, “Arap Estetik Kuramları - Kollardaki Tüylerin ve Kılların Tarihi”, “Gece Başka, Gündüz Başka”, “İnşallah”, “Ruhların buluşması”, “Uzay üssü İskenderiye kitaplığı”, “Raşit diye bir yer”, “İskenderiye’yi Japonlar istila etti”, “Olması gerekenler olurmuş”, “Kader” gibi iki üç sayfa sizlere sıralayabilirim.

Mısır'da ender görülen bir kare, zira pek köpek beslenmiyor, sokakta rastlanmıyor.

Arapların estetik anlayışı o kadar farklı ki... Biraz da olsa bildiğimi düşünürdüm. Açık giyinen kadınlar var tabii. Ama genellikle “tesettür” giyiniyorlar.Ve gözleri bu kadar güzel, kocaman, renk renk ve anlamlı bakan millet şimdiye kadar hiç görmedim. Belki, o kadar az konuşarak kendilerini ifade ediyorlardı ki, gözleri ile konuşuyorlardı. İlk günler sokaklarda, gözlere kilitlenmiş halde dolaştım. Sonraları, onlara “ne kadar güzel gözleriniz var” diye bildirince rahatladım. Çünkü her şeyin yanlış anlaşılma ihtimali bizden bin kat fazla... Çok enteresan, bütün bu kapalı tutucu ortama rağmen Arap kadını ve erkeği genelde bedeni ile barışık hava sergiliyordu. Tabii gençler dışında...

Kadınlara ayrı nargile takımı

Çoğu gece, arkadaşlarla Arapların gece hayatına dalıyorduk. Çünkü gerçekler, genelde geceleri daha ortada idi. Türkiye’ye benzer sahnelerle dolu idi. Zengin işadamı büyük bir masada yemek yiyip dans edenleri seyrediyor ve paralar saçıyor. Dans eden erkek ise kemerine, kadın ise göğüs arasına... Koruması, masanın köşesine ilişmiş sahibini koruyor. Sabaha doğru işadamları için dansöz kadınlar sahneye çıkıyor ve küçük kağıt pusula trafikleri başlıyor. Gencecik kızlar... 15 - 20 yaş arası... Çapkınlığa gelenler dışında ailesi ile gelmişler de vardı, sabahın beşi ve çocuklar masaya uzanmış uyuyor.

Programını bitiren bir şarkıcı yanıma galip, kolumu tuttu ve bana “Hemen kollarının üzerindeki tüyleri yok et, berbat gözüküyor. Hiç bir Arap kadının kollarında kıl, tüy göremezsin” dedi. Aramızda sıkı feminist, dünden kavgaya hazır Meksikalı arkadaş vardı. Otelin korumaları epey uğraştı...

O gün kollarımdaki tüylere sevgiyle baktım ve vatanımı ilk defa özledim. Ülkem de hiç değilse kollardaki tüyler problem değildi. Ne de olsa onlar yaşadığımı gösteriyordu. Yerdeki çimenler gibi.

Kahire

Mısır’ı Lipton Cumhuriyeti ele geçirmişti. Herkes poşet çay içiyor ve demleme çaya, “Fas çayı” diyorlardı. Sigaraları Kleopatra ve tek marka biraları Stella... Sigara tüketimi çok azdı. Çünkü genelde, şişa dedikleri nargileyi içiyorlardı. Kadınların içeride ve dışarıda nargile içmesi hiç hoş karşılanmıyordu. Öğrendik ki evlerde kadının ayrı, erkeğin ayrı nargile takımları varmış!.

Bizim İstiklal caddesindeki gibi yarı açık kitapçılar vardı. Bir gün dikkatle inceledim, neler okunuyor diye... Tabii kapaklardaki resimlere bakarak. Mesela raf raf yığılmış

Kur’an; boy boy... Ve hemen yanında cinsel eğitim kitapları. Kadınlar Belgin Doruk’a, erkekler Ayhan Işık’a benziyordu. Ülkedeki genel tipleme bundan ibaret. Kötü kadın tabii ki sonradan sarışın tiplemesi, çeşit çeşit... Kapaklardaki resimleri gördüğümde gözlerim yuvalarından fırladı. “Türkiye’de olsa bunları hemen siyah poşete koyarlardı” diye düşündüm... Bir an “Ne kadar geride kalmışız” diye düşünecektim ki, hemen kendimi toparladım.

İskenderiye’den ve otelden gözlerimiz biraz nemli, biraz nefes alacağız duygusu ile ayrıldım. Kahire’de Mısırlı sanatçı arkadaşım Mohammad Abla’nın konuğu oldum. Ayrıca şunu da belirteyim, buralarda erkeklerin yüzde 70’inin ismi “Mohammad” idi. Piramitleri görme arzusu ve Nil nehri bütün zihnimi işgal etmişti. Kahire, 20 milyonluk nüfusu ile kocaman ve, sosyoekonomik kontrastlık bakımından bizim İstanbul’u yarı yolda bırakır... Yabancılara pek iyi davranılmıyor; ve hemen kabul etmediklerini söylüyorlardı.

Mohammad’in eşi Kristina İsviçreliydi ve 19 yıldır Kahire’de yaşıyordu. Çok güzel Arapça konuşuyordu. Ama Kristina “Bana hâlâ yabancı gözüyle bakıyorlar” dedi. Piramitler, Mısır Müzesi, Nil nehri ve dostlarım dışında beni orada hiçbir kuvvet tutamazdı. Yabancı bir kadın olarak, her an tehlikedesin duygusunu yaşatıyorlardı. Piramitler çok büyüleyiciydi. Ama biraz uzağındaki Coca Cola ve Lipton Cumhuriyeti afişleri sinir bozucu idi.

İnsanı çölde bile rahat bırakmıyorlar...